Tevfik Fikret Tarih-i Kadim Şiirinin İncelemesi Tahlili Açıklaması
Tevfik Fikret Tarih-i Kadim Şiirinin İncelemesi
Tevfik Fikret Tarih-i Kadim Şiirinin Tahlili
Tevfik Fikret Tarih-i Kadim Şiirinin Açıklaması
Rübâb-ı Şikeste’de konusu din olan birkaç şiir görülmektedir. Fikret ‘in bunlardan seneler sonra yazdığı Tarih-i Kadim şiirindeki vaziyetini daha iyi değerlendirebilmek için önce onları göz önünde bulundurmak gerekmektedir:
Tevfik Fikret’in bu konuda yazılmış ilk şiiri Mirsad dergisinin Tevhid ve Sitâyiş-i Hazret-i Pâdişahi konusunda birinci geldiği:
İlâhî! Kalpler vardır ki aşkınla münevverdir…
İlâhî! Ruhlar vardır ki vaslınla mübeşşerdir.
Benim kalbim de, yâ Râb! Aşkına … Ol nûra mazhardır,
Benim rûhum da neyl-i vaslına ya Râb! Talebgerdir!
Fürûğ-ı hüsnüne, ey şems bir muzlim tecellîgah!
Huzûr-ı izzetinde ser-be hâk-i hayretim her gâh.
Değildir kulluğundan başka lezzetten gönül âgâh .
Senin lutfundur ümîdim, senin meczûbunum… Allah!
Mehmet Kaplan bu şiir ve Rübâb-ı Şikeste’deki dini konulu diğer şiirler hakkında şu yorumu yapar:
“Burada geleneğe uygun olarak din, Tanrı sevgisi, insanın benliğinde
yaşadığı sübjektif bir duygu olarak anlatılmıştır. Rübâb-ı Şikeste’deki dini şiirlerde bu içten yaşayışın yerini, dıştan bakış veya duyuş alır. Bu devirde her şeyi bir tablo gibi gören, hattâ kendi duygularını da tablo haline getiren Fikret, dine de aynı bakış tarzını tatbik ediyor.”
Rübab-ı Şikeste’deki din konulu diğer şiirleri ise şöyledir: ‘Sabah-ı Iyd’ , ‘Ramazan’, ‘Sabah Ezanında’ şiirlerine bakalım:
“Gâh pür cezbe-i temâşâdır,
O zaman sanki arş-ı Yezdân’ı Görür enzâr-ı girye-bâriyle
Bir tablo halinde ibadet eden birini tasvir eden şairin anlattığı kendi
duygularından ziyade gördüğü birinin duygularını aktarma tarzındadır. Aynı durum adını saydığımız diğer şiirler için de geçerlidir:
“Allâhü Ekber… Allâhü Ekber…
Bir samt-ı nâlân :Gûya tabîat Hâmûş hâmûş eyler ibâdet.”
Bu bölüme baktığımız zaman yine Tevfik Fikret’teki din duygusu içten duyuşları hissettiren bir anlatış değil görülen bir manevi anı tablolaştırma sanatıdır diyebiliriz. Zaten Fikret Tarih-i Kadim’den önce din hakkındaki şüphelerini
hissettirici şiirler de yazmıştır. Buna en güzel örnek ‘İnanmak İhtiyacı’ şiiridir.
“Bütün boşluk: Zemîn boş, âsuman boş, kalb ü vicdan boş;
Tutunmak isterim, bir nokta yok pîş- i hasârımda (…)
İnanmak… İşte bir âgûş-ı rûhânî o gurbette.”
Bu şiir 1897 yılında yayımlandığına göre Fikret’in dini buhranının Tarih-i Kadim’in yazıldığı 1905’ten en az sekiz yıl önce başlamış olması gerekir.
Kaplan, bu birikimlerin nedenlerini sayarken şunları sıralar: ‘Servet-i Fünûn ailesinin dağılması, İstibdât devrinin baskısı, yüksek ahlak duygusu, pek muhtemel olarak Kolej çevresinde tanıdığı Amerikalı din ve fikir adamları, Tevfik Fikret’te tek başına yaşadığı bir ruh buhranı doğurmuş ve o bu çölü aşarak, hayatının son devresinde hayatının son devresinde bir havari gibi anlattığı hakikatleri bulmuştur.’
Tarih-i Kadim yazıldıktan sonra eski harflerle basılmıştır; fakat ne zaman ve nasıl basıldığı konusunda bir belirsizlik söz konusudur:
Mehmet Kaplan adı geçen monografide Tarih-i Kadim’in metnini Cevdet Kudret’nin hazırlayıp yayımladığı, Tevfik Fikret, Son Şiirler isimli kitabından faydalanarak değerlendirmiş, Tarih-i Kadim’in II. Meşrutiyet’ten sonra neşr olunduğunu ifade etmiş, ve eserinin bibliyografya kısmında ise ‘Tarih-i Kadim’in tarihsiz iki baskısı vardır.’şeklindeki bilgiden sonra şiirin yeni harflerle yapılmış yayımları üzerinde durmuştur.
Kenan Akyüz’ün monografisinin bibliyografya kısmında Tarih-i Kadim’in eski harflerle tarihsiz bir baskısının olduğu kaydedilmiştir.
Hikmet Tanyu ise Kenan Akyüz’ün bahsettiği nüshadan farklı olarak bir nüshaya daha ulaştığını belirttikten sonra bu nüshanın tanıtımını yapmaktadır. Fakat, Hikmet Tanyu, Kenan Akyüz’ün kaydettiği nüshayı görüp görmediğini belirtmemektedir. Bu husus iki nüshanın da aynı olma ihtimalinden dolayı önem taşımaktadır.
Biz Tarih-i Kadim’in ebatları dışında bütün özellikleri aynı olan ve Tanyu’nun tanıtımına uygun düşen iki nüshayı gördük. Bu iki nüshanın ikisi de kapağında Tarih-i Kadim başlığı ve başlığın altında ‘Her müvezzi ve her kitapçıda bulunur’ ibaresi ile fi 15 sene 321 tarihinin yer aldığı on altı sayfalık birer forma halindedir. On altıncı sayfada şiirin bittiği noktada ‘son’ ibaresi ve altında da aynı tarih yer almaktadır. Bu iki nüsha arasındaki ebat farkı kesimden kaynaklanmış olmalıdır. Buna göre elimizde tek nüshanın olduğunu ifade etmemiz gerekir. Bu nüshanın üzerindeki tarih eserin basıldığı tarih midir yoksa yazıldığı tarih midir? Anlaşılan odur ki Kenan Akyüz bu tarihin eserin yazılış tarihi olduğunu düşünmüş ve bu yüzden elindeki nüshayı tarihsiz diye nitelendirmiştir. Hikmet Tanyu ise nüsha üzerindeki tarihi basım tarihi olarak görmüş ve Kenan Akyüz’ünkinden farklı bir nüshaya ulaştığını zannetmiştir. Nitekim Rübâb-ı Şikeste’nin Abdullah Uçman ve Hasan Akay tarafından hazırlanan baskısında da söz konusu tarihin şiirin sonuna yazılan tarih olarak konulduğu görülmektedir.
Kapağın üzerindeki tarih şiirin yazıldığı tarih ise basım tarihi nedir? Bu soruya kesin olarak cevap vermek mümkün görünmemektedir. Şiirin aynı yıl basıldığını düşünmek mümkün olduğu gibi Tarih-i Kadim etrafında tartışmaların Mehmet Akif’in Süleymaniye Kürsüsünde kitabında yer alan manzumeyle dolayısıyla Meşrutiyet’in ilanından çok sonra başladığını düşünerek daha ileri bir tarihi düşünmek de mümkündür.
Hasan Ali Yücel Tevfik Fikret’in Sis, Bir Lahza-i Teahhur ve Tarih-i Kadim başlıklı şiirlerin ilk olarak 1902 yılında Kahire’de yayımlanmaya başlamış olan Türk gazetesinde neşredildiği bilgisini vermektedir. Bu gazeteyi inceleme imkanımız olmadığı için söz konusu bilgiyi teyid edemiyoruz. Fakat eğer bu doğru ise Tarih-i Kadim yazıldıktan sonra hem küçük bir kitapçık olacak hem de bu gazetede yayımlanmış olacaktır.
Tarih-i Kadim’in yayım tarihi gibi belirsiz olan bir diğer hususu da nasıl yayımlandığı ile ilgilidir: Tarih-i Kadim’i Tevfik Fikret’in değil ondan izinsiz olarak Rıza Tevfik’in yayımladığına dair yaygın bir rivayet bulunmakla birlikte, ne Tevfik Fikret’in ne de Rıza Tevfik ‘in bu hususla ilgili olarak bir açıklaması tesbit edilememiştir. Söz konusu rivayetleri inceleyip değerlendiren Abdullah Uçman, ulaştığı sonucu şöyle ifade etmektedir:
“Bütün bu ifadeler sonucunda, manzumeyi yayımlayan kişinin Rıza Tevfik olduğu kesin değildir, fakat manzumeden başkalarının da haberdar olmasında, yani yayılmasında onun rolü olduğu muhakkaktır. Ancak bütün bu rivayet ve nakillere rağmen, Rıza Tevfik’in kendisi, ölümünden önceki yıllarda da çok konuşulan ve tartışılan bu mesele hakkında yukarıdan beri gözden geçirdiğimiz makale konferans ve röportajlarında nedense büsbütün susmayı tercih etmiş ve hiçbirinde açıklayıcı mahiyette tek bir cümle dahi sarf etmemiştir”.
Fikret birkaç ay sonra yıktığı bu geçmişe karşı bir umut kapısı olan geleceği anlatacağı ‘Sabah Olursa’ şiirini kaleme alacaktır.
Tarih-i Kadim’in yazıldığı tarihte Fikret, bilindiği gibi inzivadadır. Bu şiirle Tevfik Fikret’in içinde bulunduğu bunalımı bir sonuca ulaştırdığını ve ait olduğu toplum ve o toplumun değerlerinden tam olarak koptuğunu ifade etmek mümkündür.
Mehmed Kaplan Tevfik Fikret adlı kitabında şiir için; ‘müthiş bir vision ile insanlık tarihinin akışını görür.’demektedir. Fikret’in zaten 1900 yılından 1908 yılına kadar yazdığı diğer şiirler gibi Tarih-i Kadim’de de karamsar bir hava içindedir. Abdülhamid devrin en zor zamanlarında kaleme alınan şiir, hiç bir olumlu duygu ya da düşünce içermez. Tamamen kötümser bir hava ile yazılmıştır. Şair belki de içinde bulunduğu iç sıkıntısını bütün tarihe mâl ederek bütün geçmişten intikam almak istemiştir. Geçmişini tamamen karanlıklar içinde görür. Bu duygu dünyasında aydınlığa rastlamak mümkün değildir:
“Beşerin köhne sergüzeştinden Bize efsaneler terennüm eden,
Bizi âbâ-yı bî vücûdumuzun Cevf-i mâzide bir siyah ve uzun Gece teşkîl eden hayâtından Ninniler ihtirâ edip uyutan;
Bize en doğru en güzel örnek Diye evvel zamânı göstererek Gelecek günlerin geçen geceden Farkı yok, hükmü yok zehâbı veren;
Ve cebîninde altı bin yıllık Buruşukluklarla şüpheler karışık;
Seri mâziye, yâni rü’yaya,
Pâyı âti denen heyûlâya Sürünen heykel-i kadîd…”
Fikret’in karşısında bir tablo vardır ve bu tabloda efsaneler, masallar dinleyip uyuyan içinde kendisinin de bulunduğu insan yığınını görmektedir. Masalı anlatan eski heykele karşı artık, sus dercesine uykudan uyanmak istediğini haykırır. Bu uykudan şikâyetçidir. Eski heykel neler anlatır da Fikret bu kadar rahatsız olur? diye baktığımız zaman; karşımıza geçmişe ait olan her şey, bir milletin tarihi, yüce sayılan bütün değerleri, geleneğe ait olan bütün unsurlar çıkmaktadır. Bu karşı çıkış, özellikle Türk tarihine ve İslam dinine yöneliktir.
Şiir; heyecanlı, nefretle dolu, telaşlı, hırslı, isyân bayraklarını açmış, karamsar ifadelerle kuşatılmış, mutsuzluk soluklayan, hayattan bıkmış bezgin, kırılmış, acı bir memnuniyetsizlik içeren duygularla yazılmıştır. Belli ki Fikret, çok uzun sıkıntılı bir birikimin dolma noktasında patlama anında haykırmıştır. Herkesçe kutsal sayılan değerleri, sözleriyle yok etmeye çalışmıştır. Zaten çaresiz kaldığının kanıtı da budur. Ona göre tarihinin övülecek hiçbir noktası yoktur. Şair duygularını uzun uzun cümlelerle anlatmıştır ki bu da onun kızgınlığının ne bitip tükenmez olduğuna bir işarettir diyebiliriz.
Ona göre tarihimiz baştan sona kadar savaştan, kavgadan ibarettir. Savaşlarda kazanan çok insan öldüren, hak etmediği halde şanlı bir mertebeye yükseltilir. Kahramanlık, asillik duyguları bir hiçtir. Savaşlardaki kahramanlığın içinde mutlak bir kötülük yatmaktadır:
“Kahramanlık… Esâsı kan, vahşet,
Beldeler çiğne ordular mahvet,
Kes, kopar, kır, sürükle, ez ,yak,yık:
Ne ‘Aman!’bil, ne ‘Ah!’işit, ne ‘Yazık”
Bu yazılan mısralar tamamen marazî duygularla örülmüştür. Tevfik Fikret, bizde “Aman!’diyene el kalkmaz” ve benzeri sözlerin kültürümüzdeki varlığını unutmuş gibidir. O, yüzyıllardır devam eden insanlık savaşlarından bıkmış usanmıştır. Bütünüyle bir barış ve adalet ortamı aramaktadır. Şair bu bitmek bilmeyen haksızlıklara sebep olarak adaletsiz ortamı öne sürer.
Kul olarak insanın ezildiğini düşünür. Buna karşı çıkar. En çok adaletine sığınılan Tanrının daha adaletle hükmetmediğini son nokta olarak haykırır. Bütün yapılan haksızlıklara hiç müdahale etmiyormuş gibi düşünmesi onu bu sonuca
götürür. Dualara cevap vermediğini iddia eder. Onun anlayışında Tanrı, susan ve sadece izleyen bir varlık olarak vardır.
“Sâhib-i kâinat…Evet ,gerçek,
Sâhib-i kâinat olan ceberut O takarrüb-şiken lika-yı samût O fakat aslı hep bu kavgaların”
Bütün insanlık O’na yakarmaktayken niye bu sessizlik diye düşünürken, din âlimlerine sorduğu sorulardan aldığı cevaplar onu daha da çileden çıkarır. O, diridir, canlıdır, yücedir, noksandan münezzehtir, üstün gelendir, ezelden ebede var olan, bağışlayan veren, yardım edendir. Bu sayılan özellikler nerede diye düşünürken bütün bu ezberden bilgiler onu daha da kızdırır, hırçınlaştırır. Madem yaratan tektir peki bu özellikleri kendisinde barındıran insanlar ne demek oluyor diye düşünür. Bunların hepsi bir ilahmış gibi hükmedici tarzda davranmaktadır. Bu şekilde davranan kendinden aşağıdakileri ezmeye çalışan, sözlerini bir İlah gibi kutsal hale getiren kendini ulvi özelliklerle bezeyen bütün bu insanlardan nefret eder. Bu özellikleri de özellikle geçmişteki bütün hükümdarlarda gördüğünü, duyduğunu anlatır.
Onun arzu ettiği hayat hürriyet dolu barışla dolu, savaşsız bir hayattır. Bütün nefret ettiği özellikleri sıralar onları boğar ve şöyle seslenir:
“Boğulun…İşte en güzel müjde,
Bu tasavvur dühûr-ı âtiyeye;
İşte hürriyet-i hakîkiyye Ne muhârib ,ne harb ü istilâ Ne tasallut , ne saltanat, ne şekâ Ne şikâyet, ne zulm ü istibdâd Ben benim sen de sen, ne rab, ne ibâd!”
Önce geçmişini yerle bir eder, onu sadece savaşan, kan döken bir topluluk olarak görür, sonra hükmeden her varlığa haksızlık karşısında susan her kişiye kafa tutar. En sonunda yaratıcıya da meydan okur. Her kutsiyeti silici, tahrip edici, duygu yoğunluğunun büyük buhranı içinde sıralanmış isyan bayraklarını açar.
Çevresinde bildiği bütün hükmedicileri kendince yıktıktan sonra artık psikolojik olarak rahatlamıştır. Şiirin sonunda mutludur. Çünkü o kendisine göre yapılması gerekeni yapmıştır.
“Göçüyorsun da arş ü ferşinle Yok tabiatta bir inilti bile Bilakis her tarafta ‘kah kah’lar
Kizbe yalnız riyâ ve humk ağlar”
diyerek sözlerini bitirir. Bu şiir, şairin 1902 -1905 yılları arasında sosyal çevresine ve mensup olduğu topluma karşı nasıl bir ruh hali içinde bulunduğunu gösteren bir vesikadır.