
10. Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı Ders Kitabı Cevapları Meb Sayfa 277


“10. Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı Ders Kitabı Cevapları Sayfa 277 Meb Yayınları” ulaşabilmek ve dersinizi kolayca yapabilmek için aşağıdaki yayınımızı mutlaka inceleyiniz.
10. Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı Ders Kitabı Cevapları Meb Yayınları Sayfa 277
Biraz sonra kahveye sisten ve vaktin geçtiğinden yollarına devam edemeyen birkaç köylü yolcu gelmişti. Onlar, kerevetlerin üzerine haybelerini yayarak geceyi geçirmeğe hazırlanıyorlardı. İçlerinde son derece fakir kıyafetli, uzun boylu, yanık, zeki yüzlü bir adam vardı ki bütün eşyası küçük bir çıkınla -adına galiba cura denen- bir basit sazdan ibaretti. Bu köylü, misafirin önüne oturdu; sırf onun için hafif fakat çok yanık bir şeyler çalmaya başladı. Bu, onun kendince bir ikramıydı ve bana çocukken dinlediğim başka bir ikram hikâyesini hatırlattı. Hikâyeyi anlatan memur, galiba Erzincan köylerinden birinde, şiddetli bir yağmur sebebiyle bir köylünün kulübesine sığınmış. Adamcağız, etrafına bakmış, ikram edecek bir şey bulamayınca:
– Efendi, kusura kalma… Kahvem yok… Sana bari biraz oynayıvereyim, demiş ve türkü söyleyerek oynamaya başlamış…
Çocukken beni çok güldürmüş olan bu ikram hikâyesi bu saatte zihnimde köylünün sazıyla karışıyor, ok gibi yüreğime saplanıyordu. Musikiden anlamadığım ve iptida zevkime mâni olacak teknik kusurlarını yakalayacak halde bulunmadığım için bu saz beni âdeta kendimden geçirdi. Müzikten çok iyi anladığını zannettiğim Zarhi de kim bilir hangi meziyeti için köylüyü âdeta hürmetle, vecdle dinliyordu.
Burada o kadar kendimizi unutmuşuz ki dışarı çıktığımız zaman gece olmuştu.
Zarhi:
– Pencereleri kapayan sis ve karanlık arasında bir an oldu ki kendimizi bir deniz ortasında zannettim, dedi hangi sanatkâr rejisörün hazırladığı sahne bize bu köy kahvesi dekorunun duyurduğu şeyi duyurabilir?
Zarhi’den Ömer Seyfettin’e, onun eski bir hatırasına atlıyacağım.
Mevzu ile münasebeti biraz sonra anlaşılacak… Hikâye eskidir. Büyük harp yıllarına ait. Ömer, mekteplerden birinde edebiyat muallimiydi. Merhumu yakından tanımış olanlar pek iyi bilirler; bazen bir şeyi diline dolar, günlerce onu tekrar ederdi. O zaman da bir şey tutturmuştu: “İlim başka, irfan başka… Arif başka, âlim başka” diyordu. Derin bilgisi ve çok okumasıyle şöhret almış bir muallim arkadaş bir gün Ömer’e takılmak istedi: “Ömer Bey, ilim başka irfan başka, diyorsunuz ben buna pek akıl erdiremiyorum. Lütfedin de bunu bana bir anlatın!” dedi. Ömer:
“Başkadır cancağızım, dedi, kızmazsanız bir misalle anlatayım. Meselâ siz çok okumuşsunuz, âlimsiniz, fakat ârif değilsiniz. Bizim serhademe okumamıştır. Binaenaleyh âlim değildir, fakat âriftir.” Muallim arkadaş biraz bozuldu. Fakat Ömer darılacak bir insan olmadığı için renk vermedi; herkesle beraber güldü, geçti. Sekiz, on gün kadar sonraydı. Ömer, bir gün muallimler odasına sevinçli bir havadisle geldi: “Müjde, diyordu. Avustralya’dan iki yüz vagon şeker geliyormuş… Şeker, dehşetli ucuzlayacak.” Ömer, sık sık İttihat ve Terakki Merkez-i Umumisine gidip geldiği için diğer bazı arkadaşlarla beraber âlim dediğimiz arkadaş da havadise inandı ve memnuniyet gösterdi. Bir, iki dakika sonra odaya giren serhademeye Ömer, aynı havadisi tekrar etti. Fakat o, pek seviniyor gibi görünmedi, terbiyeli bir tavırla: “İnanma beyim; yem borusudur bu. Avustralya şekeri bulsa kendisi yer!” dedi. Ömer, çocuk gibi ellerini çırparak zıplamağa başladı. Âlim arkadaşa: “Yalan mı söylemişim cancağızım, dedi, bak siz bütün ilminize rağmen bu havadise inandınız. Fakat o, yutmadı cancağızım. Çünkü onda ilim yok amma irfan var.”
Ömer’in ve Zarhi’nin sözlerini burada bir kere de ben, tekrar edeceğim. Anadolu âlim değildir; fakat âriftir. Kolay tesir altında kalmaz; vakalar karşısında öyle sağlam mantığı, öyle umulmaz sezişleri vardır ki insanı hayrette bırakır. Eğer bu cins zekânın kafalarda ot gibi kendiliğinden bitmeyip biraz da bilgi, görgü ve yaşayış tesiriyle meydana geldiğini kabul ediyorsak, bunda kahvelerin rolünü mutlaka tanımağa mecburuz. Kahve; dünyanın en asil ve kıdemli demokratı olan bu milletin uzun zaman, toplantı yeri oldu. Sınıf farkı pek gözetilmeden odada diz dize oturulur, dertleşilirdi. Aile meseleleri, mahalle meseleleri, memleket meseleleri orada münakaşa edilirdi.
Tarihin “yabancı elemanlar bir arada yaşamağa başladıkları vakit kafaca hangisi mütekâmilse o, ötekileri yutar” diyen ezelî hükmü yerini bulur, kim en çok biliyor, en güzel söylüyorsa o, “mîr-i kelâm” olurdu. Uzaklardan gelen yolcular, seyyahlar, dervişler ilk önce kahveye gelirler, en taze yabancı ilk havadisleri orada duyulurdu. Karagözün, meddahın sahnesi kahvelerdeydi. Âşıklar, saz şairleri orada imtihan olurlardı. Küçük kasabalarımızda hâlâ tulûat tiyatroları kahvelerde oynar; çalgı, kahvelerde çalar.
(…)
Reşat Nuri Güntekin, Anadolu Notları I-II (Kısaltılmıştır.) *
*Metin, yazıldığı dönemin yazım ve noktalama kurallarına sadık kalınarak alınmış, metinde günümüz yazım ve noktalama kurallarına göre değişiklik yapılmamıştır.
- Cevap: Bu sayfada soru bulunmamaktadır.
10. Sınıf Meb Yayınları Türk Dili ve Edebiyatı Ders Kitabı Sayfa 277 Cevapları ile ilgili aşağıda bulunan emojileri kullanarak duygularınızı belirtebilir aynı zamanda sosyal medyada paylaşarak bizlere katkıda bulunabilirsiniz.